2.2. Hind üslubunun esas özellikleri (Nâ’ilî-i Kadim gazellerinden örneklerle)


1. Anlamın sözden üstün tutulması; Bu özelliğe göre anlam sözden üstün tutulmaktadır. Burada anlam, derin ve girifttir. Hem de ince ve zarif olmalıdır. Bunu isbat etmek için Sebk-i Hindî temsilcilerinden Sâib Tebrizî’nin “ince anlamlar bulabilmek için kıl gibi inceldim” ve Şevket’in şiirde anlamın bir hasırın telleri gibi örülmüş, içiçe geçmiş, girift olması gerektiğini söylemesini hatırlatabiliriz. Eğer Arap edebiyatında sözün güzelliği her zaman esas alınmışsa da, İran edebiyatında bazen söze, bazen de anlama önem verilmiştir. Ama söylediğimiz gibi, Sebk-i Hindî temsilcileri anlamı sözden üstün tutmuş ve derin anlamlar ifade edebilmek için çaba göstermişler. Bu özellik, bu üslubun tüm şairlerinde hemen hemen görülmektedir.
Çalışmamızın diğer kısmında Nâ’ilî’nin hayatı ve edebi şahsiyetini işlediğimiz için Sebk-i Hindî’yi, onun birer temsilcisi olduğundan dolayı şiirlerinden örneklerle açıklamak istiyoruz. Buna neden bu üslubun çoğu özelliğinin Nâ’ilî şiirinde görülmesidir. Mesela:

a) N’eylesün bü’l-heves-i aşk olunca derkâr
Nigeh-i çeşm-i emel gûşe-i ebrû-yı taleb


bü’l-heves (a): (ebü’l-heves’den: heves babası), (şiirde) çok hevesli
derkâr (f): bir iş üzerinde, işte; belli, aşikar
ebrû (a): kaş
nigeh (f): bakış

Arzu gözünün bakışıyla istek kaşının köşesi anlaşıp birleşince aşk heveslisi ne yapsın artık .

Bu beyitte arzu gözünün bakışı ile istek kaşının köşesi aynı işi, yani naz yaparlar. Aşk heveslisinin ise buna karşı yapabileceği hiçbir şey yoktur, onun işi sadece aşık olmak, acı çekmektir.
İlk bakıştan beyit zor anlaşılmaktadır. Fakat kelime ve tamlamaların karşılığını bulup dikkat edersek, aslında kolaylaştığını görebiliriz. Çünkü, bizce, Sebk-i Hindî şiirinin anlaşılması için okuyucuda belli bir bilgi birikimi olmalıdır.


b) Mârız ki asâ-yı keff-i Mûsâda nihânız
Mâr anlama mûruz ki teh-i pâda nihânız


mâr (a): yılan
âsâ (a): el ağacı
nihân (f): gizli, saklı
mûr (a): karınca
keff (a): el ayası avuç içi
teh (f): dip, alt
teh-i pâ: ayağın altı

Biz Mûsâ’nın avucundaki yılanız. Ama bizi yılan sanma, biz ayak altında ezilen bir karıncayız.

Mûsâ’nın âsâsı Hz. Adem’in cennetten çıkardığı sopadır. Cebrail bunu Şu’ayb peygambere vermiş, o da dâmâdı Mûsâ’ya armağan etmiştir. Rivayete göre, birgün, Mûsâ’dan peygamberliğini isbatlaması istenmiş ve o devirde Mısır’da sihrin çok yaygın olduğu için Hz.Mûsâ’nın bir mucize göstermesi gerekmiş. Firavun’un önünde sihirbazlar, ellerindeki ipleri yılan yaparlar. Allah, Mûsâ’ya “Âsâyı yere at” diye buyurur. Âsâyı atınca kocaman yılan olur ve diğer yılanları yutar. Allah “yılanı eline al” diye buyurur. Mûsâ buyruğu yerine getirir ve yılan tekrar âsâ olur.
Beyitte şair, kendisini yılana benzetir. Yılan, kimsenin sevmediği bir hayvan olsa da, yukarıda anlatılan hikayede bir peygambere peygamberliğini kanıtlaması için yardımcı olur. Aynı zamanda yılan, yalnız insanlarda bulunan nefsi temsil eden bir hayvandır.
İkinci mısrada şair, kendisini ayaklar altında ezilen bir karınca benzetmekle ilk beytin tam tersini vermeğe çalışmıştır. Yılan, büyük, zehirli ve soktuğunda öldüren hayvan, karınca ise çok küçük, zararsız ve güçsüz bir yaratıktır. Ve de bu mısrayla karıncayla tüm canlıların dilini bilen Süleyman peygamberin rivayeti anılmıştır.
Rivayete göre, Hz.Süleyman insanlar, cinler ve kuşlardan ibaret bir orduyla savaşa giderken karıncaların armağan ettiği çekirge budunun yarısıyla bütün ordusunu doyurmuştur.
Burada insan, birbirine zıt özelliklere sahip iki hayvana benzetilmiş ve bununla da yeri geldiğinde yılan, yeri geldiğinde de karınca gibi insan olabilmesi zikredilmiştir.

2. Hayal genişliği, Sebk-i Hindî üslubunun diğer esas özelliklerindendir. Bu tarzda aklın yerine muhayyilenin geçmesine, gerçek yerine hayallerin kullanılmasına önem verilmiştir. Sebk-i Hindî hakkında yukarıda genel olarak soyut kavramlarla somut kavramların birleştirildiğinden söz etmiştik. Bu özellik, şiirin zor anlaşılmasına neden olmuşsa da, Sebk-i Hindî temsilcileri düşünce ve hayallerindeki incelikten ve onları öne çıkarmaktan vazgeçmemişlerdir. Bununla da düşünce ve hayale zarafet getirmişlerdir. Fakat bu kadar ince manalarla hayal derinliğine başvurulunca beyitlerin anlaşılmaz duruma gelmesi de söz konusu olabilir. Dolayısıyla derin hayallerin zihinde canlandırılması zorlaşınca, elbette ki bu, okuyucunun şiiri kolay kolay idrak etmesine mani olmuştur.
Birkaç örnekle söylenenleri ispatlayalım:

a) Yemm-i âteş-hurûş-ı dilde oldukça sükûn peydâ
Eder her dağ-ı hasret tende bir girdâb-ı hûn peydâ


yemm (a): deniz, bahr, derya
hurûş (f): (hurûşid’den) gürültü, bağırma, telaş, coşma
sükûn (a): sessiz, sakin
girdâb-ı hûn: kan girdabı

Gönlün ateş coşturan denizi sakinledikçe (duruldukça) her hasret yarası bedende bir kan girdabı oluşturur.

Bu beyit ilk bakışta zor anlaşılır. Soyut kavram olan gönül, somut olan denize benzetilmektedir. Gönül, fırtınalı bir havada dalgalanan bir deniz gibi, dalga dalga ateşler coşturur. Gönül denizi sakinleşince, yani dalgalanması durunca bedende kan girdapları meydana geliyor. Dalgalı denizde girdab görünmez, ancak deniz durulduğunda girdaplar fark edilir. Gönül denizinin dalgalanması dövünme ve ıztıraptır. Iztırap kelimesi “vurmak, döğmek” demek olan “daraba” kökünden gelir. Bedende ortaya çıkan kan girdapları ise renk ve biçim bakımından açılmış yaralardır. Beyitte gönlün çektiği ıztıraptan bedende yaralar açıldığı söyleniliyor .
Burada maddi ve manevi unsurlar karşı karşıya getirilmiş, yani maddi olan beden, dağ (yara), hastalık ve manevi olan hasret, ıztırap, gamdır.
Aynı zamanda bu beyit tasavvufidir. Burada sözü edilen hasret Allah’a kavuşmanın, fenafillaha ermenin hasretidir.
Gönlün ateş coşturan denizi ıztıraptır ve o, bedende yaralar açar. Çoğu zaman deniz ve ıztırap kelimeleri şiirde aynı beyitte kullanılır. Deniz dalgalı olunca girdab görünmez, ancak durulunca girdab meydana çıkar.
Maneviyatın maddiyata olan etkisi (burada vücutta ıztırabın yara açması) anlatılmakla mübalağa, huruş ve sükun kelimeleriyle tezat, gönlün denize benzetilmesiyle ise teşbih sanatı yapılmıştır. Uzun zincirleme tamlamalar (yem-i âteş-hurûş-ı dil) vardır.
Anlaşıldığı gibi Nâ’ilî şiirindeki hayal derinliğini açmak, izah etmek için beytin üzerinde uzun uzun düşünmek ve tasavvuftan haberdar olmak gerektir. Bu beyit aynı zamanda ıztırap ve tasavvuf gibi özelliklerde de örnek olarak verilebilinir.

b) Leb-i şûh-ı nigâh-ı çeşmin oldukça terennüm-sâz
Eder her cünbiş-i müjgânı bir nakş-ı füsûn peydâ

leb (f): dudak
şûh (f): şen, neşeli, açık saçık, hırsız, yol kesici; kir, pas
çeşm (f): göz
terennüm (a): alçak sesle, mırıldanarak şarkı söylemek
terennüm-sâz: terennüm etme
nigâh (f): bakış
cünbiş (f): kımıldanış, haraket, eğlence; madeni bir saz
müjgan (f): kirpik
nakş (a): süs, bezek, resim, şekil, beste yapma
nakş-ı beste: iki haneli bir beste türü
nakş-ı füsûn: güzel beste

Gözünün bakışının oynak, neşeli dudağı şarkı söyledikçe, kirpiğinin her haraketi sihirli bir bakış yaratır.

Burada bakış beste yapan kişiye teşhis edilerek kirpiklerin haraketi ile şarkı yapıldığı söylenmektedir. Yani, sevgilinin bakışı o kadar süzgün ve kalbe dokunan ki, onun ahengi bir beste ortaya çıkarıyor.
Tasavvufa göre göz ve göze ait olan herşey kesret sayılır. Dudak ise vahdet olarak kabul edildiği için bu beyitte şair, kesretten vahdete ulaştığından değil, bilakis kesrette kaybolmuş vahdetten söz etmektedir.
Beyit, genellikle bir musiki meclisini hatırlatmaktadır. Terennüm-saz-cünbiş-nakş kelimeleriyle tenasüb sanatı yapılmıştır. Kirpiğin mızraba benzetilmesinde ise teşbih vardır. Aynı zamanda Sebk-i Hindi üslubuna has olan bir özellik de kendini göstermektedir. Bu ise uzun tamlamanın beyitte var olmasıdır (leb-i şûh-ı nigâh-ı çeşmin).
Fakat herşeyden önce beyitteki hayal derinliğinden söz etmek gerekiyor. Şairin ortaya çıkardığı uzun zincirleme tamlamalarla ifade etdiği mısralar bu bakımdan zor anlaşılmaktadır. Ve beyit okunduğu zaman tasvir edileni hayal etmek kolay olmuyor.

3. Sebk-i Hindî şairlerinin en çok ele aldığı diğer bir konu ıztıraptır. Bu üslubun özelliklerinden biri sayılan dış âlemin değil, insan ruhunun ve hissinin ön plana çıkarılması söz konusu olunca, ıztırap çok mübalağalı olarak işlenmiştir. Sebk-i Hindî temsilcilerinin hemen hemen hepsinde aynı derecede görülmese de, gazellerinden örnekler aldığımız Nâ’ilî’de çok fazla görülmektedir. Nâ’ilî’nin Edebi Kişiliği kısmında da zikredildiği gibi şairin kendisinin karamsar ruha sahip olması, elde ettikleriyle yetinmeyip daha fazlasını beklemesi ve hayatındaki bazı olumsuzluklar, onun, şiirlerinde ıztırabı daha çok ele almasına sebep olmuştur. Şimdi örneklere bakalım:

a) Olmadı mümkin kemend-i zülf-i yâre destres
Tengnâ-yı dehr gûyâ çâh-ı Bîjendir bana


dest-res (f): eriştirme, ulaştırma; şahın mürşide el vermesi
teng (a): dar, sıkıntılı
tengnâ: dar, sıkıntılı yer, hapishane
çâh (f): kuyu, çukur
Bijen (f): Şehnâme kahramanı Rüstem’in yeğenidir. Efrâsiyab’ın kızı Menije’yi sever ve onu kaçırmak isterken yakalanarak hapsedilir. Rüstem yetişip onu kemend atarak hapsedildiği kuyudan çıkarır.

Sevgilinin saçının kemendine elimi eriştirmek mümkün olmadı. Bu dünya hapishanesi, bana sanki Bijen’nin hapsedildiği kuyudur.

Beyitin anlamını tam olarak anlayabilmek için Şehnâme’den Bijen’nin hikayesini bilmek gerekir. Yukarıda bu olay kısaca hatırlatıldı. Nâ’ilî, bu beyitte, dünya sıkıntılı ve dar olduğu için bana hapishane gibi gelir demekle, ıztırabını dile getirir ve bundan şikayet eder.
Beyitte dünyanın hapishaneye benzetilmesiyle teşbih sanatı yapılmıştır.

b) Bîgâne-i muhabbetün olmaz gam-âşinâ
Ey dâğ-ı derdin eylemeyen merhem-âşinâ


bîgâne (f): yabancı, yad
merhem (a): yaraya üsten sürülen, deri oğularak, içirilerek sürülen koyu ilaç; çare
dâğ (f): nişan, işaret; kızgın demirle vurulan damga; yanik yarasi, yara; dağlama

Ey derdinin yarasını merheme aşina etmeyen,aştığı yaraya merhem sürmeyen sevgili! Gama aşina olan kişi, gam çekmesini bilen kişi, senin aşkının yabancısı olmaz.

Gam maddi değil, manevi olan bir acıdır. Gam şeken kişiye maddi olarak hiçbir çare bulunamaz. Gam, insanın iç alemi ile alakalıdır, gam ıztıraptır. Bu beyitte Nâ’ilî, tevriyeli olarak zaten çare bulunamayacak şeye sevgilinin çare bulmadığından yakınmasını dile getirmiştir. Üstelik, tasavvufi beyit olarak da izah edilebilir. Burada Allah’a duyulan aşktan söz edilmektedir. Dolayısıyla İlahi aşk yolunda çekilen gam, acı, ıztırap aşığı olgunlaştırır, dünya malına bağlı olan gönlünü temizler. Ve de bu beyitte aşkı olmayan kişinin gamdan habersiz olması da söylenmiştir.
Aşina-bigane kelimeleriyle tezat sanatı yapılmıştır.

c) Ermez mi Nâ’ilîdem-i subh-ı hidâyete
Olmaz mı gonce-zâr-ı emel şebnem-âşinâ


hidâyet (a): doğru yol, aydınlığa kavuşma
dem (f): an, zaman, nefes
şebnem (f): sabah sabah çiçeklerin, yaprakların üzerinde görülen, çok az ömrü olan çiğ tanesi
gonce-zâr (f): goncalık

Nâ’ilî aydınlığa çıkan o yolun sevinçli anına ermeyecek mi? Onun arzu goncalığı şebnem görmeyecek mi?
Nâ’ilî bu beyitte de, fenefillaha kavuşmaktan söz etmektedir. Allah’a kavuşma anının gelmesine, vuslata ermesine şüphe ederek bunu kendine sorar. Fakat burada da o hasret, o ıztırap görülmektedir. Şairin bu yolda acı çektiği, bu tedirginlikten rahatsız olduğu anlaşılmaktadır.

4. Mübalağa sanatı Divan edebiyatında sık sık kullanılan bir sanattır. Fakat Sebk-i Hindî üslubunda mübalağanın aşırı derecede kullanıldığı açık olarak görülmektedir. Bu üslubun temsilcileri ıztırabı anlatmak için mübalağa sanatını kullanmada ifrata kaçmışlardır. Şiirde sözden ziyade anlam derinliğine ehemmiyet verilince, hayaller geniş ve derin oldukça ifade tarzı da ağırlaşmıştır. Bazen beyti anlaşılmaz duruma sürükleyen mübalağa sanatı, şiirin okuyucu zihninde canlandırılmasını engellemiştir. Bu sanatın kullanılmasında da Nâ’ilî öndedir. Bunu aşağıdaki beyitlerinden de görebiliriz:

a) Eylemem mazmûnuna Cibrîli mahrem Nâ’ilî
Gamzeler kim fitneden ifşâ-yı râz eyler bana


mazmûn (a): ödenen şey veya ödenmesi gereken şey, gizli mânâ, şiirde
dolayısıyle anlatılan mânâ
mahrem (a): yakın olan, akrabadan olan kimse
fitne (a): karışıklık, fesat; belâ, sıkıntı
râz (f): sır
ifşâ-yı râz: sırrın ifşa edilmesi, açıklanması

Ey Nâilî, sevgilinin bakışlarının bana karışıklıklardan açtığı sırlara Cebrâili bile yakın, ortak etmem.

Cebrâil aleyhisselam Tanrı ile peygamberleri arasında elçi olan, onlara vahy getiren bir melektir. Nâilî’nin onunla konuşması mümkün değil zaten. Belki de şair bu beyitte tecahül-i arif sanatı yapmak istemiş ve aslında Nâilî de sevgilinin bakışlarıyla ona anlatmış olduğu sırları Cebrâil’e anlatamayacağını dolayısıyle zikr etmiştir.
Beyitte mübalağanın derecesini aşması görülmektedir. Zaten olamayacak şeyi Nâilî, mübalağayla şişirtilmiş şekilde söylemektedir.
Saklılıkla ilgili olan kelimelerle ise tenasüb sanatı yapılmıştır (raz-ifşa-mazmun).

b) Nâilî dâğım bu hasretden ki âhım gösterir
Reng-i hâkisterde pâ-ber-câ bu gerdûnu bana


hâkister (f): kül, duman
reng-i hâkister: kül renkli
pâ-ber-câ (f): ayağı yerinde, sabit
gerdûn (f): dünya, gök kubbesi

Ey Nâilî, ben bu hasretten öyle yaralıyım ki, ahım bu gökkubbesini bana ayağı yerde ve kül renginde gösterir.

Bu beyitte Nâilî, mübalağalı olarak hasret acısıyla çekmiş olduğu ahın gökkubbesini yaktığından söz etmektedir. Ve bu duman sanki göğü kaplıyor.
Divan edebiyatında, aşıkların yanan gönüllerinin ahı yakıcı olur, dumanı göklere yükselir ve güneşin üstünü örter. Zaten güneşin batmasıyla gökkubbesi yanar gibi gözükür, sonra bu renk kararır ve kül rengine benzer.
Ayrıca güneşin battığı yer ufuktur ve ufukta gökkubbesi ayakları yerdeymiş gibi görülür.
Burada Nâilî, herkese belli olan tabiat hadisesini abartılmış şekilde izah eder ve bunu hasretli gönlünden çıkan ahlarla alaklandırır.
Beyit, tasavvufa göre de açıklanabilir. Yani, Nâilî Allah’a olan hasretinden yaralı olduğunu dile getirmek ister ve bundan dolayı ıztırap çektiğini anlatır. Fakat burada da tasavvuf, yalnız güzel şiir konusu olmasından ziyade bir şey değildir. Çünkü mutasavvıf olan kişi, bu ıztıraptan şikayet etmez ve Allah’tan gelen kederi ah ile karşılamaz.

c) Cünbişinden dâğ-ber-dildür gazâlân-ı Hoten
Nâfe-rîz-i kâm-ı hâhiş kim o kâküldür bana

cünbiş (f): haraket, kımıldanış
gazâlân (a): ahu
nâf (f): göbek
nâfe: göbek miski
kam (f): damak
kâkül (f): saç, zulf

Benim arzumun damağına misk kokuları saçan o saçın her haraketi Hoten ahularının gönüllerini dağlar .

Nâilî, bu beytinde saçın kokusunun Hoten dağlarına kadar ulaştığını söylemekle aşırı bir mübalağa yapmıştır. Beyitte sevgilinin saçının güzel koktuğundan, daha doğrusu, onlar dağılınca etrafa daha çok koku saçtığından söz edilmektedir. Tasvir edilen tablo, saç haraket edilip dağılınca onun misk kokusunun Hoten ülkesine kadar gidip oranın ahularının gönüllerini yaralamasıdır. Misk koku, erkek ahuların göbeğinden çıkan kandır. Önce çok kötü kokar, fakat üzerinde işlendikçe güzel koku elde edilir. Aslında şair, bu olayın meydana gelmesine sebep olarak sevgilinin saçını söylemekle hüsn-i talil sanatı da yapmıştır.

5. Bu üslubun esas özelliklerinden biri de şiirde tasavvufa geniş yer verilmesidir. Yukarıda da söylediğimiz gibi insanın dış değil, iç dünyasının, insan ruhunun acı ve heyecanlarının, ıztırabın işlendiği bir şiirde tasavvuf tabii ki, konu olarak ele alınmalıydı. Sebk-i Hindî şairleri de bu konuyu yeri geldiğince kullanmış, fakat kudema şiirde, gerçek bir mutasavvıfta olduğu gibi değil, derinliklerine varmadan, bazen sözü kapalı olarak söyleyebilmek için kullanmışlardır. Ve bununla da tasavvufa, sadece bir konu olarak bakmışlardır.

a) Bu âlem pây-tâ-ser kûh kûh-ı mihnet ü gamdır
Eder her tîşekâr-ı ârzû bir Bîsütûn peydâ


pây-tâ-ser (f): baştanbaşa
kûh kûh (f): dağ
mihnet (a): zahmet, eziyet, renc, dert, elem, keder, gam, bela
tîşe (f): keser (dülger aleti), balta, heykelteraş kalemi
Bî-sütûn (f): sütunsuz, temelsiz, Bağdat’la Hemedan arasında Kirmanşah
yakınında yüksek bir dağ, Hüsrev ve Şirin ve Ferhad ve Şirin
hikayelerinin kahramanlarından mimar Ferhat’ın Husrev-i
Perviz’in emri ile Şirin’e taze süt akıtmak için deldiği dağ

Bu dünya baştanbaşa dert ve keder dağlarıdır. Ve her arzu kazıcısı daha bir Bisütun dağı oluşturur.

Tasavvuf düşüncesine göre vahdete erişmek için arzu, heves ve bu gibi dünya ile bağlantıyı sağlayan şeylerden uzak olmak gerek. Fakat her arzu yeni bir dağ, hatta Bisütun gibi yüce bir dağ meydana getiriyor ve bu, vahdete erişmeye, Tanrı’ya ulaşmaya mani oluyor. Ayrıca Bi-sütun kelimesiyle arzu ve isteklerin de dünyaya ait olduğu için fena, boş ve temelsiz olduğu söylenmektedir. Ve Nâilî bu acıyı anlatıyor.
Beyitte mihnetin ve kederin dağlara benzetilmesiyle teşbih, soyut kavram olan arzunun kazıcı olarak tasvir etmekle teşhis, Bisütun kelimesiyle ise Ferhat ve Şirin, Hüsrev ve Şirin hikayeleri anılarak Ferhat’ın çektiği acılara telmih, kuh-tişe-Bisütun kelimeleriyle de tenasüb sanatı yapılmıştır.


b) Girân etsin ko diller târ târ-ı zülfün olsun tek
Ruhun bâğında nice müşk-bîd-i ser-nigûn peydâ


girân (f): ağır, bahalı, değerli
bâr-girân: ağır yük
târ (f): tel tel, iplik, saç teli, saz teli (zir ü bâm: sazın ince ve kalın sesli telleri);
karanlık; arış, çözgü (târ u pûd); tepe (târek muhaffefi)
müşk-i bîd (f): salkım söğüt, sultânî söğüt, kokar söğüt, Acem söğüdü, Bîd-i
Mecnun, Bîd-i Teberi, Bîd-i Belhi
nigûn (f): ters, dönük, başaşağı, tersine dönmüş

Bırak da gönüller saçlarını tel tel ağırlaştırsın. Yeter ki, yüzünün (yanağının) bahçesinde salkım söğütler başaşağı olsun.

Aşığın parçalanmış (parça parça olmuş) gönlü sevgilinin saçlarından asılmıştır. Gönlün her parçasının saçların ucundan sallanmasıyla teşbih yapılarak salkım söğüte benzetilmiştir. Yanak saflığından dolayı sudur. Ve salkım söğütler suya sallanır. Ve de yanağın bağa benzetilmesiyle de teşbih edilmiştir.
Beyitte Leyla ile Mecnun da anılmaktadır. Târın karanlık anlamı Leylayı, müşk-i bîd’nin en hafif rüzgarda sallanması sebebiyle Bîd-i Mecnun hatırlanmaktadır.
Şair, saçın ağırlaşması demekle onun perişan olması, dağılması, yani toplu halde olmamasını kastetmektedir. Saç kesret, yanaksa vahdettir. Tasavvuf görülmektedir. Yani bırak da gönüller senin saçlarında dağılmakla kesrette toplansınlar ve vahdet olan yanakta bir araya gelsinler. Tasavvufa göre, kesretten vahdete gelmek gerek ve vahdet denilen şey Allah’tır. Tanrı’ya ulaşmak için de dünyanın aldatıcı unsurlardan, yani fani olan herşeyden vazgeçmek lazım.

c) Şâdî-i vuslat niçin tahmîl-i nâz eyler bana
Rind-i şâdî-düşmenim ben gam niyâz eyler bana


şâdî (a): memnunluk, sevinçlik
tahmîl (a): (hamil’den) yükleme
niyâz (f): ihtiyaç, hacet; yalvarma, dua; tarikatlarda şeyhe olan saygı, selâm; bir
makam adı

Ben sevincin düşmanı olan bir rindim ve gam bana yalvarıyor. Niçin kavuşmanın şenliği, sevinci bana naz yükünü yüklüyor.

Neşenin düşmanı olan rind ve gamın kendisine niyaz ederek, yalvararak beni al diyen kişi artık bu dünyadayken Tanrı’ya ulaşmış gibidir adeta. Burada insanın bu dünyadayken vuslattaki gibi hissetmesi anlatılmaktadır. Tasavvufa göre vuslat Tanrı’ya kavuşma günüdür. Bir defa Bezm-i Ezel’de olmuş, bir de kıyamet gününde olacaktır.
Rind-i şâdî-düşmenim uzun tamlamadır. Şâdî-i vuslat ve gam kelimeleriyle tezat sanatı yapılmıştır.

ç) Nâ-ümîd ol haste-i cân-der-gelûyum kim kazâ
Baht-ı bîmârı tabîb-i çâre-sâz eyler bana


nâ-ümîd: ümitsiz
gelû (f): boğaz
cân-der-gelû: canı boğazında, ölüm halinde
kazâ (a): karar verme; Tanrı iradesinin yerine gelmesi;
bîmâr (f): hasta
tabîb (a): doktor

Ben canı boğazında, ölüm halinde olan bir hastayım. Tanrı ise bana kendisi hasta olan bahtı, doktor olarak çare bulacak tabib göndermeği takdir etti.

Canı, yani vücudu ile ruhunun ayrılma noktasında olan bir kişiden söz edilmektedir. Tasavvufta bu ileri bir merhale sayılmaktadır. Nâilî bu merhalede olduğunu dile getirmiş ve Tanrı’nın ona doktor olarak gönderdiği ve zaten kendisinin hasta, bimar olduğu anlatılan bahtın ona yardımcı olamıyacağını söylüyor. Ve aslında bunun için sevinmek bile gerektir. Çünkü Tanrı’ya yaklaşmak, ulaşmak için ruhun maddiyattan uzaklaşması gerekiyor.
Bu beyitte haste-i cân-der-gelûyum uzun tamlama, hastalıkla ilgili kelimelerin (haste-i cân-der-gelûyum-bîmâr- tabîb- çâre-sâz) kullanılmasıyla tenasüb, bahtın doktora benzetilmesiyle de teşbih sanatı yapılmıştır.
Bu beyitte de Sebk-i Hindi özelliklerinden ıztırabın çokluğu ve tamlamaların uzun olması görülmektedir.

d) Baht-ı pür-âzârın eylerse telâfîsin yine
İltifât-ı gamze-i hâtır-nevâz eyler bana


âzâr (f): incitme
pür (f): dolu (mesela, kan ile dolu)
telâfi (a): bir zararı karşılama, bir kaybın yerini doldurma
iltifât (a): (lutf’dan) güler yüz gösterme, inayet etme, iyilik etme,nevaziş
gösterme, gönül alma
nevâz (f): okşayan, okşayıcı
hâtır-nevâz: gönlü okşayan

Benim bahtımın bana verdiği eziyetleri, azarı yine de sevgilinin gönül okşayan bakışının nevazişi karşılar.

Sevgilinin (=Allah’ın) bir bakışıyla bahtın verdiği dertlerin telafi edilmesine şair hazırlığından söz ediyor ve bunu severek karşılıyor. Bu beyitte de mutasavvıflara has bir özellik, yani gamın sevilerek karşılanması görülmektedir.
İltifât-ı gamze-i hâtır-nevâz, baht-ı pür-âzârın gibi uzun tamlamalar kullanılmıştır. Azar-hâtır-nevâz- iltifât kelimelerıyle tezad sanatı yapılmıştır.

e) Derdiz ki devâ şifte-i sıhhatimizdir
Aşkız ki nihân-hâne-i sevdâda nihânız


deva (a): derman, ilaç
şifte (f): divane, tutkun, aşık, hayran
sıhhat (a): sağlık
nihân (f): gizli, saklı
hâne (f): ev

Biz öyle bir derdiz ki, ilaç bizim sağlığımızın hayranıdır. Ve biz, sevdanın gizli evinde saklanmış olan aşkız.

Görüldüğü gibi beyitte, Allah’ın tecellisi anlatılmıştır. Vahdet-i vücuda göre aşıkla sevgili, dert ile deva aynıdır.
Sevda, aşkın ileri merhalesidir. Bu merhalede olan kişi mecnundur, divanedir. O, İlahi aşkıyla yaşar ve bu sevda gönülde gizlidir.
Nâ’ilî, beyitte İlahi aşkıyla yaşayanların, yani bu sevdayla divane olanların gönüllerinde tecelli etmelerinden söz etmektedir.
Dert-deva-sıhhat kelimeleriyle tenasüb sanatı yapılmıştır. Mübalağa da görülmektedir.

6. Sebk-i Hindî üslubunun dikkat çeken diğer özelliği de şiirde yeni mazmun arayışıdır. Bu üslubun temsilcileri kudema tarzındaki klişeleşmiş mazmunları terk ederek, onları karşılayan yeni mazmunlar ve yeni hayaller yaratmak için büyük çaba sarf etmişlerdir. Bunun için toplum ve tabiat güzel malzeme olabilmiştir. Divan edebiyatında alışılagelmiş konuların yerini gündelik yaşamdan alınmış mazmunlar almıştır. Hayatta karşılaşabileceğimiz hemen her şey şiire gelmiş ve üslup gereği yeni kelimeler ve tamlamalarla söylenmiştir. Bir köpeğin otururken başını dik tutması, ayağa kalkınca aşağı indirmesi; kuyu suyunun sıcak havalarda soğuk, fakat soğuk havalarda tam tersine sıcak olması; göğe doğru yükselen tozların sonunda yere mutlaka inmesi; temelinde su sızıntısı bulunan binanın sağlam olmaması; padişahların huzuruna silahla çıkılamaması; şeker ikramının ardından konuklara kahve sunulması gibi daha önce şiirde pek yer almamış binlerce gözlem ve deneyim, Sebk-i Hindî şairleri tarafından kolaylıkla birer mazmuna dönüştürülmüştür .
Ayrıca şiirde eski teşbihlerin yerine yenilerinin kullanılması da yeni mazmunların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu özellik de Sebk-i Hindî’nin diğer özellikleri gibi Nâ’ilî’nin şiirlerinde çok fazla görülmektedir. Birkaç örneğe bakalım:,

a) Kızarıp bâdeden ol çeşm-i siyâh Nâ’ilî’ya
Görünür câme-i surh ile gazab-nâk bana


çeşm (f): göz
siyah (f): kara
câme-i surh: kırmızı elbise
gazab-nâk: öfkeli

Ey Nâ’ilî, o kara göz içkiden kızarınca, bana kırmızı elbiseleriyle öfkeli görünür.
Bu beyitte Nâ’ilî, eskiden de kullanılmış olan bir mazmunu kullanmakla birlikte ona yeni mazmun da katmıştır. Gözün edebiyatta öldürücü, öfkeli ve cellat olduğu her zaman görülmüştür. Fakat Nâ’ilî ona idam sahnesindeki cellat manasını da ekleyerek yeni mazmun ortaya çıkarmıştır.
İdam zamanı cellatlar ve padişahlar kırmızı giyer. Ayrıca kırmızı öfke rengidir. Cellatlar da öfkeli olur. Ve genelde cellatların kara derili olmasını kasdederek, beyitte kara göz ifadesi kullanılmıştır.
Çeşm ve surh kelimeleriyle ise tezat sanatı yapılmıştır.

Veya başka bir özellik için de örnek olarak verdiğimiz bir beyit:

b) Leb-i şûh-ı nigâh-ı çeşmin oldukça terennüm-sâz
Eder her cünbiş-i müjgânı bir nakş-ı füsûn peydâ


Bu beyitte de Nâ’ilî’ye kadar görülmemiş uzun zincirleme ve ustaca çok güzel teşhis sanatı yapılmıştır (beytin bütün olarak anlamı s.19-da verilmiştir). Burada özel olarak söylenilmesi gereken şey Nâ’ilî’nin sevgilinin kirpiklerinin saz çalarak şarkı söylemesini ifade etmesidir. Böyle bir mazmun da Nâ’ilî’ye kadar kullanılmamıştır.


7. Sebk-i Hindî üslubunun belli başlı özelliklerinden biri de yeni kelimelerin ve yeni tamlamaların ortaya çıkmasıdır. O zamana kadar kullanılan şiir dili kabul edilmekle birlikte Sebk-i Hindî temsilcileri tarafından yeni kelimeler ve yeni tamlamalar da ilave edilmiştir. Şairlerin her geçen gün biraz daha anlam derinliğine, hayal zenginliğine kaçması, bu özelliğin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yeni kelimeler bulma zarureti, halk dilinden bazı ifadelerin de divan edebiyatına girmesini sağlamıştır. Arapça ve Farsçadan yeni kelimelerin alınmasıyla birlikte Fars şiirine de Türkçe kelimeler girmiştir. Ayrıca yeni mazmun arayışı, şiirin dilinin değişmesine yol açmıştır. Yeni konular, yeni mazmunlar şiire getirilince yeni kelimeler de bulunmuştur. Yine de o zamana kadar kullanılmamış uzun zincirleme tamlamalar da bu asırda ortaya çıkmıştır. Bazen beytin bir tek zamirinin Türkçe olmasıyla yetinilmiş, bazen de sadece bir eki Türkçe kullanmakla fikir söylenilmiştir. Bu da Sebk-i Hindî şiirinin zor anlaşılmasına, beytin çözülmesi için yoğun emek sarf edilmesine sebep olmuştur.
Sebk-i Hindî temsilcisi olarak Nâ’ilî’nin de şiir dilinde yeni kelime ve uzun zincirleme tamlamalar aşırı derecede görülmektedir. Mesela:

a) Tavk-ı zencir-i rızâ ber-gerdenim ey Nâ’ilî
Bu kuhen dârü’ş-şifâ mâdâm meskendir bana


tavk (a): gerdanlık; güvercin, kumru gibi kuşların boynundaki değişik renkteki tüy halka,
mahkumların boynuna geçirilen ucu zincire bağlı tahta veya demir halka, ele
takılana kelepçe
rıza (a): razı olma, razılık, kabul etme
kuhen (f): eski, kadim
dârü’ş-şifâ: deli hastanesi

Ey Nâ’ilî, madem ki bu eski deli hastanesi benim meskenim oldu, o zaman razılık zincirinin halkasını boynuma geçirmem gerekiyor.
Bu beyitte Nâ’ilî, tavk-ı zencir-i rızâ demekle uzun zincirleme tamlama yapmıştır. Fakat o kadar da zor anlaşılmıyor. Bu beyitte biraz daha sade dil kullanmıştır. Sadece dünyayı bazı nedenlerden dolayı (yani, gülen, ağlayan, şaşkın, sevinçli insanların yaşadığı mekanı) deli hastenesine benzetmekle teşbih sanatı yapmıştır. Deli hastanesinde deliler bazen zincire vurulur. Ve yukarıdaki tamlamayla da bunu kasdetmektedir.

b) Ey tâb-ı hüsnün âfet-i nîrûyi âfitâb
Heclet-pezîr-i reng-i ruhun rûy-ı âfitâb

Görüldüğü gibi bu beyitte, Tirkçe tek kelime de kullanılmamıştır.
Veya birkaç beyitte sadece yeni tamlamaların ve yeni kelimelerin kullanılmasına bakalım:

c) Nigeh-i çeşm-i emel gûşe-i ebrû-yı taleb
Gûşe-i dâmen-i nev-şâhid-i dilcû-yı taleb


ç) Nâ’ilî boynu bağlı bir kuldur
Nev-giriftâr-ı kayd-ı kâküldür


d) Dîde müştâk-ı cemâlindir velî müjgânların
Mâni’-i âmed-şud-ı nûr-ı nigehdir her biri


e) Dîde-i pür-hûnum etdin ma’den-i elmâs-ı eşk
Reng-i rûy-ı şîşe-i pür-inkisarımdan sakın


f) Nâ-ümîd ol haste-i cân-der-gulûyum kim kazâ
Baht-ı bîmârı tabîb-i çâre-sâz eyler bana


8. Sebk-i Hindî üslubunun yukarıda izah edilen özelliklerinden de anlaşıldığı gibi, bu tarzın temsilcilerinin esas amaçlarından biri de sözü kısa ve dolgun olarak kullanabilmektir
. Az sözle çok şey ifade etme çabası bu üslubun temsilcilerinin hemen hemen hepsinde görülmektedir. Yine de anlam derinliği, hayal genişliği söz konusu olunca, kısa anlatımı sağlayan sanatların bu şairler tarafından çok fazla kullanılması da tabii olarak ortaya çıkmıştır.
Böylece bu üslubun temsilcileri, anlamın tamamını yalnızca bir beyitte, hatta bir mısrada toplayabilmek için teşbih, istiare, mecaz-ı mürsel, hüsn-i talil, tezad, kinaye, telmih, teşhis gibi söz sanatlarını daha çok kullanmışlardır. Bunların yanı sıra teşhis, tenasüp, nida sanatlarının da sık sık kullanıldığı görülmektedir.
Bazı örneklere bakalım:

a) Bir dil-i bîtâb ile bin gamzeye âmâdeyim
Ey diyen hükm-i kazâdan ihtirâz eyler bana


tâb (f): güç, kuvvet, takat, ışık, parlaklık; hararet; kıvrım
bî-tâb: güçsüz, kuvvetsiz, yorgun
ta’ab: yorgun, sıkıntı, eziyet
gamze (f): bakış, yan bakış
âmâde (f): hazır
ihtirâz (a): sakınma, çekinme; korkma

Ey bana kaderin hükmünden korkarak kaçan diyen kişi! Bir takatsız, yorgun gönülle ben binlerce yan bakışa hazırım.

Nâilî burada cesaretinden söz etmektedir. Ben, korkusuz ve sıkıntısız olarak güçsüz kalbimle binlerce yarayı kabul etmekten çekinmiyorum der.
Ey kelimesiyle nida, gamzeyi oka benzeterek teşbih sanatı yapılmıştır.

b) Bu lu’betgâhda ey Nâilî bilmektür hikmet
Ne zîr-i hırkadandur heft-tâs-ı nilgûn peydâ


lu’ b (a): oyun, eğlence
lu’bet-gâh: oyun yeri, tiyatro
hikmet (a): felsefe, gizli sebep, eşyanın aslını, özelliklerini bilmek, sırr
zîr (f): altında
heft-tâs (f): yedi tas, yedi gökkubbesi
nil-gûn: Civit renkli, mavi, lacivert
nil (a): Civit otu

Ey Nâilî, bu sahnede (tiyatroda, panayırda), yani dünyada asıl hikmet, bu yedi mavi renkli gökkubbesinin hangi hırkanın altından çıktığını bilmektir.

Beyitte kainatın (gökkubbesinin) meydana gelişini ve neden yaratıldığını bilmenin asıl bilgi olduğundan söz edilmektedir. Lu’bet-gah ile kainatı anlatmakla istiare, ey kelimesiyle ise nida sanatı yapılmıştı.

c) Şâh-ı nevrûzdan oldı yine mülk-i çemene
Gonce tûmârınun îsâline pervâne sabâ


nevrûz (f): yeni gün, İran şemsi takviminde yeni yılın ilk günü, ilkbaharın
başlangıcı, 9 Mart (22 mart)
tûmâr (a): defter, uzun defter, bir kaç parça kağıt, bükülmüş kağıt, mektub
îsâl (a): eriştirme, yetiştirme, ulaştırma
pervâne (f): böcek ismi, rehber, delil, haberci, postacı. Osmanlı ordusunda peyk,
şâtır gibi pervâne de habercilik görevini yapan bir sınıftır. Sonraları
yalnız törenlerde bulunur, padişahın atı yanında yürürlerdi.
sabâ (a): hafif ve latif rüzgar

Hafif esen rüzgar yine de nevruz şahından çemen mülküne (ülkesine) gonce mektubunu ulaştırmak için postacı oldu.

Beyitte teşbih ve telmîh sanatları açıkça görülmektedir. Nevrûzun bir şaha benzetilmesi, şah-ı nevrûz kelimesiyle de İran mitolojisinde Pîşdâdiyân veya Keyaniyan denilen ilk şah ailesinin Kiyümers, Huşeng ve Tahmuras’dan sonra gelen dördüncü şahı olan Cemşîd’in anılmasıyla adı geçen sanatlar yapılmıştır. Cemşîd Tahmuras’ın oğludur. 100 ya da 700 yıl yaşamış, pek çok sanatı bulmuş, halka iplik bükme ve kumaş dokumasını, demiri ve altın, gümüş, yakut ve elmas, zümrüt gibi kıymetli taş ve madenleri işlemesini öğretmiştir. Değerli taşlarla süslü tahtına oturur ve eline kadehini alırdı. Birgün altından ve değerli taşlarla süslü elbisesiyle Kafkas dağlarında kurulu tahtına oturduğunda, güneş tahtını ve kendisini parıl parıl parlatmış, halk bunu görünce, adına “şîd” (parlak ışıklı) sözünü ekleyerek Cemşîd diye bağırmaya başlamıştır. Bu güne Nevrûz denmiş ve yeni yılın ilk günü sayılmıştır. Güneş, Nevrûz’da hamel burcuna girer. 9 Mart(22 Mart) bugün İran’da kullanılan şemsi takvime yılbaşıdır. Cemşîd sonradan Tanrılık hevesine kapılmış ve Tanrı ona Dahhâk’ı musallat etmiştir. Dahhâk, tahtını bırakıp kaçan ve yüzyıl saklanan Cemşîd’i bulup, vücudunu testere ile ikiye biçerek öldürmüştür .
Şâh-ı nevrûz, beyitte yine de ilkbahar yerine istiâre ile kullanılmıştır. Goncanın içiçe sarılı olmasıyla mektuba, saba rüzgarının ise postacıya benzetilmesiyle de teşbih yapılmıştır. Bu mektubu ulaştırmak ise pervanenin görevi olarak gösterilmiştir.

ç) Nâilî i’câz-ı nutkumdur ki eyler ter-zebân
Hâme kim şem’-i şebistân-ı tahayyüldür bana


Bu beyitte, i’câz-nutk-zebân-hâme gibi şiirle ilgili kelimeler bir araya getirilerek tenasüp sanatı yapılmıştır.


9. Tezat sanatı, Divan şiirinde genellikle aykırı anlamlı iki kelimeyi bir beyit içinde kullanma şeklinde kabul edilmiştir. Fakat aslında tezat sanatı birbirine aykırı kavramların bir kişi veya bir şey üzerinde birleşmesidir. Sebk-i Hindî üslubunun temsilcileri de tezat sanatını gerçek anlamda kullanmakla bu özelliğin güzel örneklerini ortaya çıkarmışlardır. Bu konuda şiirlerinden örnekler aldığımız Nâilî de başarılı olmuştur.

a) Sûr-ı safâ-yı vuslata olmaz firîfte
Halvet-güzîn-i hecrün olan mâtem-âşinâ


sûr (f): düğün, şenlik, neş’e
safâ (a):eğlence
firîfte (f): aldanmış, aldatılmış, kanmış
halvet (a): yalnızlık, tenha yer
halvet-güzîn: yalnızlığı seçen kişi
mâtem (a): yas, keder

Ayrılığınla yalnız, tenha olan, kedere alışkın kimse, kavuşma eğlencesinin neş’esine kanmaz.
Bilindiği gibi, sûr-safâ-mâtem, vuslat-hicr kelimeleri birbirine zıt anlamları taşıyan kelimelerdir. Bu kelimeleri bir araya getirmekle şair, tezat sanatı yapmıştır.

b) Biz Nâilîya sözde füsun-kâr-ı hayâliz
Elfâzda peydâ dil-i mânada nihânız


Peydâ-nihân kelimeleriyle tezat yapılmıştır.

c) Bîgânedir nigâhı gibi lutfı da dile
Olmuş o şuh ile tutalım âlem âşinâ


Beyitte bîgâne-âşinâ kelimeleriyle tezat yapılmıştır.

ç) Yemm-i âteş-hurûş-ı dilde oldukça sükûn peydâ
Eder her dağ-ı hasret tende bir girdâb-ı hûn
peydâ

Hurûş ve sükûn kelimeleriyle tezat sanatı yapılmıştır.

10. Soyut ve somut kavramların bir arada kullanılması Sebk-i Hindî üslubu için esas özelliklerdendir. Bu özellik, irsal-i meselle de karıştırılabilir. Fakat bu üslupta, soyut düşünceleri somut bilgilerle örneklendirmede atasözleri veya başkaları tarafından söylenmiş olan deyimler değil, şairlerin kendilerinin yeni ve orijinal fikirleri yer alır.
Somut bilgi içeren mısraların lafız olarak kısa, anlam bakımındansa dolgun olmaları, onların hemen her kesimden insan tarafından çok kolay ezberlenebilmelerine ve çeşitli konuşmaların uygun yerlerinde örneklendirme amacıyla kullanılabilmelerine imkân sağlamıştır .
Aynı zamanda soyut ve somut kavramlar yan yana getirilerek teşhis sanatı da yapılmıştır.
Örneklere bakalım:

a) Zûr-ı bâzû-yu nigâhun dest-burd-ı işvedür
Çâk-rîz-i ceyb ü dâmân-ı tahammüldür bana


zûr (f): zor, kuvvet
burd (f): kopma
rîz (f): kırıntı, ufak parça

Senin yan bakışının kolunda olan kuvvet, işvenin elinin gücünü kırar. Ve benim sabrımın (tahammülümün) yakasından eteğine kadar yırtıp onu paramparça eder.

Burada soyut bir kavram olan bakış, teşhis edilerek bazusu güçlü olan pehlivana teşbih edilmiştir.

b) Selâm-ı Nâilî-i zârdan mı incidün
Nedendür ey ham-ı ebrû bu pîç ü tâb sana


zâr (a): ağlayıp inleyen
ebrû (f): kaş

Ey sevgilinin kaşının eğrisi, bu kıvrım kıvrım bükülmeler nedendir? Senin için sürekli ağlayıp inleyen Nâilî’nin selamından mı incindin?
Beyitte kaşlarla diyalog var. Yani Sebk-i Hindî üslubunun ayrıca bir özelliği olan teşhis sanatının kullanılmasıyla kaşlar insana benzetilerek ona soru sorulur. Kaş soyut, insansa somuttur. Burada da sözü edilen özellik kendini göstermektedir.

Hiç yorum yok: